Bir önceki yazımızda yaşadıklarını bizimle paylaşan Doğu Türkistan Uygur Türklerinden Habibullah İzchi ile olan röportajımıza bu yazımızda da devam ediyoruz.
Okurken insanın vicdanını sızlatan bu satırlara muhatap olmak zorunda kalan insanların psikolojilerini varın siz düşünün.
- Doğu Türkistan bir işkence merkezine dönüştürülmüş durumda dediniz, ÇKP yönetimi Uygurlara nasıl işkence ediyor?
Bu soru hakkında ne denilebilir ki? Her insanın yaşadığı işkenceler ve gördüğü sorgulamaların şekli farklı olabilir ama acısı hep aynıdır. Belki de bazen, birçok kardeşim daha can acıtıcı işkenceleri görmüştür. Ben burada yaşadıklarımı kısaca anlatmanın yeterli olacağını düşünüyorum. Haziran 1996'da tutuklandığımda, Urumçi şehri Dikkuyu hapishanesine götürüldüm. Buraya götürüldükten sonra çırılçıplak soyunduruldum ve bayılana kadar işkence gördüm. Buna kapıdan ilk giriş ikramiyesi diyelim. Daha sonra anlatıldığına göre buna “yeni mahkûmun iradesini kırmak” diyorlarmış. Bu çeşit işkencenin, 5 Şubat 1997 Gulca olayları tutsaklarına da uyguladığını 3 nolu kapalı cezaevi hastanesindeyken pencereden de görmüştüm.
Burada sorgulamam sırasında ise her gün el ve ayaklarım bağlı ve asılı halde sabit bir şekilde bekletilerek, altı-yedi saat boyunca kafama soğuk su damlatıldı. Tırnaklarım çekildi, penisime elektrik verildi. Islak odalara kapatılarak elektrikle işkenceler yapıldı. Güneş altında el ve ayaklarım birbirine bağlanarak haftalarca bir köpekle aynı kafese koyuldum. Aç ve susuz güneşe asılı bırakıldım. Yanımda asılı duran başka bir mahkûmun açlık ve susuzluk nedeniyle saçlarının tamamen döküldüğüne şahit oldum. Saçlarının birkaç tane kalmasından dolayı daha sonra ona başka mahkumlar “Güldar Şeyh” adını vermişti.
Hapishanede 22 Çinli mahkûmun olduğu bir koğuşa yalnız bir Uygur olarak kapatıldım. Diğer Çinli mahkûmlar katil, uyuşturucu satıcısı, mafya babaları ya da ömür boyu hapis cezası almış, hayata dair herhangi bir umudu kalmamış kişilerdi. Bunlar tarafından da sürekli dövülüyordum. Beyni yıkanmış, yaşama umudunu kaybetmiş, insanlıktan payını almamış 22 Çinli mahkûm ve bunların içine yalnız kapatılan bir siyasi tutsak Uygur... Bu Uygur’un böyle bir ortamda neler yaşayacağını hayal etmek zor olmasa gerek. Tabi bu da polisin mahkûmu itirafçı yapmak için kullandığı başka bir işkence yöntemi. Bu süreç boyunca işkenceye maruz kalmadığım tek bir gün bile olmadı.
Kollarım ve bacaklarım yaklaşık altı ay ağır bir zincire bağlandığı için ve sürekli yapılan işkenceler dolayısıyla, omurga kemiklerimin ve yürüyüş şeklim bozulmuş durumda. Belki de virüsten kaynaklanan bu karantina günlerinden sonra, yüz yüze görüşme imkânı olursa siz de söylediklerimin kalıntılarını görebilirsiniz.
Bunları tekrar anlatmak, belki de bende haftalarca sürecek bir ruh kırgınlığına sebep olacaktır. Yaşadığım dramları her hatırladığımda, bu hakta böyle konuştuğumda günlerce hiçbir şey yapmadan oturuyorum ve kendimi tek başıma bir odaya kapatıyorum. Bu kadar acı bir geçmişten sonra beni hala ayakta tutan şey ise mücadele etmek, irademi teslim etmemek... Hayat bu değil mi zaten: bir umut…
Şu anda kamplardaki Uygurlara gelince, haberlerde görmüş olduğumuz tablolar tahmin edilebileceğimizin sadece küçük bir kısmı. Bu kamplardan çıkan insanların çoğu ağır hasta ya da yarı ölüdür. İç organları alınmış, ağır hastalıklara maruz bırakılmış ve iffetlerine el uzatılmış insanlar. Taciz edilen bazı Uygurların aileleri, akrabaları, kardeşleri halen yurtdışında yaşamaktalar. Konuyla ilgili bu tanıklar ile de irtibata geçmenizi önerebilirim. Dilerseniz bu kişilerle irtibat kurmanıza yardımcı olabilirim.
- 1996’da ilk tutuklandığınızdan bahsettiniz. Tutuklanmanıza sebep ne idi?
- Çin devletinin bu sistematik zulüm politikası sadece bugünün sorunu değil, tarihsel bir asimile ve yok etme politikası var. Ben doğmadan önce de vardı, ben doğduğumda da vardı ve hâlâ da devam ediyor. Bunu yaşayarak da tecrübe ettim. Yaşam telaşesi bir tarafa hep vatanım, milletim, çocuklarımız için neler yapabiliriz derdinde olduk. O yüzden lise yıllarımda "TANG NURİ" adlı bir gazete yayımladık. Bu gazetede benim bir makalem yayımlandı. Makalede ise Çin devletinin Tibet ve Uygur halklarının kültürüne, dini inanışlarına ve tarihine yönelik asimile politikalarını açık bir şekilde eleştirdim ve tıpkı Sovyet Rusya'da olduğu gibi komünist Çin rejiminin de tarihin çöplüğüne karışması gerektiğini, her milletin kendi kaderini tayin etmesi hususlarını ifade ettim. 1995-1996’da üniversitede "Sada", "Tanrıdağ", "Azatlık Maşelesi" gibi gazeteleri yayımladık. Bu gazetelerde Uygurların su membalarının Bingtuan tarafından gasp edildiğini ve Çin’in tek çocuk politikası hakkında eleştiriler yaptık. Amaçlarının ne olduğunu anlatmaya başladık, bu yüzden tutuklandım. Bu tutuklanma, hayatımın bir dönüm noktası oldu.
O dönemlerde işin ehli tarihçi ve gazetecilerden özel ders ve eğitimler aldım. Çin siyasetini, uygulamakta olduğu politikaları, halkımızın kültürünü, tarihini ve Uygur folklorunu daha yakından tanıma fırsatı buldum. Gazeteci, tarihçi Doğu Türkistan’ın direniş abidesi Nizamiddin Hüseyin Efendi ile kırsal bölgeler dahil Doğu Türkistan'ın her köşesinde birçok kez seyahatlerde bulundum ve halkımın tarihini, yaşamış olduğu trajedileri, gösterdikleri direnişleri, tutumlarını ve daha bir çok konuyu öğrendim, kaydettim. O dönemlerde topladığımız bilgilerin bir kısmı daha sonra yurt dışında yayımlandığı için büyük problemler yaşadım. Topladığım diğer bilgileri ise kendim yurt dışına çıktıktan sonra yayımladım. Ama yurt dışına sağ-salım ayak basana kadar hep nezaret, takipler altında yaşadım. Sürekli evim aranıyordu. Bayramlarda, Çin’in bayramlarında tutsak kalıyordum ya da ev hepsinde tutuluyordum. Demem o ki, yaşadıklarımı tek tek anlatsam insan dayanamaz.
Haftaya röportaja devam edeceğiz…